Browsing by Subject "Kalp ve Kalp Damar Sistemi"
Now showing 1 - 20 of 77
Results Per Page
Sort Options
Item Sekiz haftalık hızlı tempo yürüyüşün orta yaşlı erkeklerde kardiovasküler hastalık risk faktörlerine etkisi(2005) Nurullah CANDAN; Gürbüz BÜYÜKYAZI; Bekir Sami UYANIK; Nesrin ÖZLEN; Hakan TIKIZ; Cevval Ulman; FATMA TANELİÇalışmamızın amacı sekiz haftalık hızlı tempo yürüyüş programının orta yaşlı erkeklerin aerobik kapasiteleri (VO2max), kan basınçları, bazı kan lipidleri, ve high-sensitive C-reaktif protein (hsCRP) düzeyleri üzerine etkisinin incelenmesidir. Bu amaçla, 40-60 yaşları arasında, 22 sağlıklı erkek çalışmaya alındı ve bunlardan 12'si egzersiz grubunu (EG) geri kalan 10'u ise kontrol grubunu (CG) oluşturdu. EG haftada beş gün, günde 30 dakikadan başlayarak 48 dakikaya kadar, sabit bir şekilde artan sürelerde, kalp atım sayısı yedeğinin (HRR) ~%69 şiddetinde ve -6.68+0.14 km/s hızla yürüdü. VO2max, sistolik ve diastolik kan basınçları (SKB, DKB), total kolesterol (TK), trigliserit (TG), yüksek yoğunluklu lipoprotein kolesterol (HDL-C), düşük yoğunluklu lipoprotein kolesterol (LDL-C), ve hsCRP antrenman periyodundan önce ve sonra ölçüldü. Hızlı tempo yürüyüş SKB ve LDL-C seviyelerinde istatistiksel olarak anlamlı bir azalmaya (p< 0.05), V02max (p<0.01) ve HDL-C seviyelerinde ise anlamlı bir artışa (p<0.05) neden oldu. EG'de DKB ve hsCRP istatistiksel olmayan bir azalma eğilimi gösterdi (p>0.05). Kontrol grubunda bu parametrelerin hiçbirinde istatistiksel olarak anlamlı değişiklikler gözlenmedi. Sonuç olarak, daha önce yapılan bazı çalışmaların aksine, bu çalışmada hsCRP seviyelerinde anlamlı bir azalma belirlenemedi. Ancak, aerobik kapasiteyi arttırmak ve kardiyovasküler hastalık riskini azalttığı belirlenmiş olan SKB ve lipid parametrelerinde olumlu değişiklikler yaratabilmek için hızlı tempo yürüyüş tavsiye edilebilir.Item Kardiyopulmoner bypass uygulanan olgularda bronkoalveoler lavaj sıvısının pH değişimleri(2005) Erdem ÖZKISACIK; Ülkü BAYINDIR; Münevver YÜKSEL; Tahir YAĞDI; Suat BÜKET; Osman SARIBÜLBÜL; Sezai TAŞBAKAN; İlker ALATAkciğerlerde olan olayların en iyi göstergelerinden biri olması nedeniyle bronkoalveoler lavaj (BAL) yöntemi aracılığıyla, kardiyopulmoner “bypass”ın (KPB) akciğerlerde oluşturduğu komplikasyonların etiyolojisinde rol alanfaktörlerden pH değişimlerinin incelenmesi planlanmıştır. Koroner arter bypass cerrahisi (KABC) uygulanan 10 hastada toplam 40 adet BAL uygulanmıştır. Örneklemeler 1. preoperatif dönemde; 2. anestezi indüksiyonunun 1. saatinde; 3. KPB esnasında kros klempin 30. dakikasında; 4. KPB tamamlandıktan sonraki 20 saatte yapılmıştır. Hiçbir örnekte kalsiyum ve potasyum iyonu saptanmamıştır. Preoperatif ortalama BAL pH’si 6.361 (SS±3,55.10-2), diğer ölçümlerin sonuçları sırasıyla; 6.375 (SS±0.44), 6.567 (SS±0.165), 6.470 (SS±9,29.10-2) olarak saptanmıştır. İlk iki dönem arasında istatistiksel fark yoktur (p=0.241). 3. ve 4. dönemler arasında da istatistiksel bir fark yoktur (p=0.074). Bununla birlikte 2. ve 3. dönemler arasında anlamlı bir istatistiksel fark olduğu gözlemlenmiştir (p=0.005). Aynı şekilde ilk ve son dönem örneklerin karşılaştırılmasında da istatistiksel fark olduğu görülmüştür (p=0.007). Aspire edilen ortalama lavaj miktarları birinci dönem örnekler için %64, 2. dönem örneklemelerde %75, 3. dönem örneklemelerde %73.4 ve 4. dönem örneklemelerde %56 olarak bulunmuştur. Bu çalışmayla, açık kalp cerrahisinin bir gereği olan KPB’nin bronkoalveoler boşluğun ekosisteminin önemli bir bileşeni olan pH’yi değiştirdiği ve KPB’ye bağlı olarak artmış olan ve ayrıca BAL yapılmasını güçleştiren mukus sekresyonunun atelektazilerin gelişiminde önemi olduğu gösterilmiştir. Bronkoalveoler pH değişimlerinin, önceki yayınlarda da belirtildiği üzere sürfaktan gibi yapılar üzerinde rol oynaması olasılığı, bu çalışmanın yeni çalışmaları tetikleyen önemli bir yönü olacaktır.Item Lösemili çocuklarda QT dispersiyonu ve önemi(2005) Elif Güler kazancı; Hüseyin GÜLEN; Demet UZUNKAYA; Timur MEŞE; Vedide TAVLI; Ayşe ERBAY; Canan VerginAmaç: Çocukluk çağı lösemi tedavi protokolleri çoklu ve yüksek dozlarda kemoterapik ajanları kapsar. Bunlar, kalp ve diğer birçok doku ve organ üzerinde önemli toksisite nedeni olduğundan hastalar tedavi sırasında ve sonrasında yan etkiler açısından izlenmektedir. QT dispersiyonundaki artısın kardiyak ölümler açısından artmış risk ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada, halen kemoterapi alan ve tedavilerini tamamlamış remisyondaki lösemili çocuklarda olası kardiyak yan etkilerin \"düzeltilmiş QT dispersiyonu (QTcD)\" kullanılarak araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Akut lenfoblastik lösemili 24 (%43.6)'ü kız, 31 (%56.4)'i erkek toplam 55 çocukta (ortalama yaş: 8.8 ± 4.2 yıl) QT dispersiyonları değerlendirildi. Hastaların ortalama izlem süresi 34.1 ± 21.0 (aralık 1-80) ay idi. Tüm hastaların kümülatif antrasiklin dozları (mg/m2) belirlendi. EKG çekimlerinin yapıldığı gün eşzamanlı olarak serum elektrolit ve protein düzeyleri, tiroid fonksiyon testleri kontrol edildi. QT ve QTc intervalleri için dispersiyon, her EKG'deki 12 deriuasyonda maksimum ve minimum QT ve QTc intervalleri arasındaki farklılık olarak hesaplandı. Veriler SPSS 10.0 for Windows programı kullanılarak analiz edildi. Bulgular: Tedavisi süren (n:21) ve tedavisi tamamlanmış olan (n:34) olgular arasında QTc, QTD, QTcD, tiroid fonksiyonları, elektrolitler, globulin düzeyi ve tiriod fonksiyon testleri ve kümülatif antrasiklin dozları açısından farklılık saptanmazken, sadece QT süresi ve albümin düzeyi açısından farklılık saptanmıştır (sırasıyla 0.31 ± 0.04'e karşı 0.34 ± 0.04, p-. 0.009 ve 3.7 ± 0.6'ya karşı 4.2 ±0.5, p-.O.Ol). Kümülatif antrasiklin dozu <250 mg/m2 (n:44) ve >250 mg/m2 olan olgularda (n-.ll) ise elektrokardiyografik ölçümlerde farklılık saptanmazken sadece globulin seviyesi farklı bulunmuştur (2.7 ± 0.5'e karşı 3.2 ± 0.9 p.- 0.02). Sonuç: Hastalarımızda kullanılan kemoterapi protokollerinin (ALL BFM 95 ve TRALL 2000) tedavi sırasında ve tedavi sonu ortalama üç yıl içinde belirgin kardiyotoksisiteye yol açmadığı görülmüş, hastaların daha uzun süreli izlemlerinin gerekli olduğu kanısına varılmıştır.Item Mitral kapak cerrahisinde transseptal ve konvasiyonel yaklaşımların QT-dispersiyonu açısından karşılaştırılması(2005) Osman SARIBÜLBÜL; Tahir YAĞDI; Mustafa ÖZBARAN; AHMET İHSAN İŞKESEN; MUSTAFA CERRAHOGLU; Çağatay ENGİNAmaç: Mitral kapak cerrahisinde yeterli cerrahi görüş sağlanamadığı durumlarda transseptal yaklaşım bir alternatif olarak kullanılmaktadır. Alternatif yaklaşımlarda postoperatif aritmilerin ortaya çıkabileceği düşüncesi, bu yöntemlerin tercih edilmemesine ve yeni arayışlara sebep olmuştur. Materyal ve Metod: Elektrokardiyografide QT intervallerinin değişkenliği aritmilerin oluşması yönünden öncü bir belirtidir. Transseptal ve konvansiyonel sol atriyotomi yaklaşımı kullandığımız iki grupta QT interval değişikliklerini karşılaştırdık. Transseptal ve konvansiyonel grup sırası ile 16 ve 19 hastadan oluşuyordu. Çalışmaya sadece sinus ritminde olan hastalar dahil edilmiş ve daha önce antiaritmik kullanan hastalar çalışmaya alınmadı. Elektrokardiyografideki QT süreleri Bazett formülü ile değiştirildikten sonra düzeltilmiş QT dispersiyonu (QTcd) her hasta için ayrı ayrı hesaplandı.Bulgular: Hastaların postoperatif ilk günde QT sürelerinde artış olduğu, fakat bu sürelerin postoperatif altıncı günde preoperatif değerlere geri döndüğü tespit edildi. İki grup arasında atriyal ve ventriküler aritmi, antiaritmik kullanımı, ritm değişiklikleri yönünden anlamlı farklılık bulunmadı.Sonuç: Yaptığımız çalışmada özellikle mitral kapak cerrahisinde yeterli görüş sağlanamayan durumlarda kullanılan bir yöntem olan transseptal yaklaşım ile konvansiyonel sol atriyotomi yapılan hastalarda düzeltilmiş QT dispersiyonu değerleri arasında bir fark ortaya çıkmamıştır.Item Kardiyak rabdomiyoma ve tuberoz skleroz: Olgu sunumu(2005) İpek AKİL; Yılmaz Dilek ÇİFTDOĞAN; Zehra TİRYAKİ; Muzaffer POLAT; Şenol Coşkun; Erhun KasırgaTuberoz sklerozis, mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum triadı ile karakterize otozomal dominant geçişli nörokutaneoz bir sendromdur. Deri, beyin, böbrek, kalp ve göz tutulumu tuberoz sklerozda sıktır. Çocukluk çağında kardiyak tümörler oldukça nadirdir. Çocukluk çağında en sık görülen primer kardiyak tümör kardiyak rabdomiyomadır ve genelde tuberoz skleroz ile ilişkilidir. Çocukluk çağında kardiyak rabdomyoma spontan regresyon özelliği ile genellikle benign olarak kabul edilir. Bu olgu sunumunda infantil spazm şeklinde nöbetleri olan ve yapılan ekokardiyografide sağ ventrikülde rabdomiyoma saptanan bir yaşındaki kız olgu sunulmuştur. Olgunun 6 ay sonraki ekokardiyografik incelemesinde belirgin regresyon vardı. Bu olgu sunumunda, tuberoz sklerozlu olguların yarısından fazlasında görülen ve genellikle asemptomatik olan kardiyak rabdomiyomaların spontan regresyon özelliği ve gerek tanıda gerekse izlemde ekokardiyogramın öneminin unutulmaması gerektiği vurgulanmak istenilmiştir.Item Çocuklarda göğüs ağırısı ayırıcı tanısında kardiyak nedenler: Kardiyak enzimlerin rolü?(2006) Berna ÇEVİK; Vedide TAVLI; Türkay SARITAŞ; Timur MEŞE; Şükrü CANGAR; HALUK MERGEN; Şebnem GÜLELİAmaç: Göğüs ağrısı şikayeti ile hastanemiz acil servisine başvuran çocuklarda etnolojik nedenlerin belirlenmesi ve kardiyovasküler nedenlerin tanısında kardiyak enzimlerin tanısal değerinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: İzmir Dr. Behçet öz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Kasım 2003- Mart 2004 arasında yapılan bu prospektif çalışmaya göğüs ağrısı şikayeti ile Acil Servise başvuran 100 ardışık olgu alınmıştır. Her hastada öykü, fizik bakı, psikiyatrik değerlendirme, elektrokardiyografi, ekokardiyografi ve enzimler (CK, CK-MBve Troponin I) çalışılmıştır. Bulgular: Sol prekordiyuma lokalize keskin ağrı %78 oranı ile en sık görülen göğüs ağrısı tipi olmuştur. Göğüs ağrısı nedenleri; %53 idiopatik, %18 kas-iskelet, %15 psikiyatrik, %6 kardiyak, %5 respiratuvar ve %4 gastrointestinal sistem kökenli olarak belirlenmiştir. Kardiyak enzimler göğüs ağrısı olan tüm olgularda ve kontrol grubunda normal sınırlarda bulunmuştur (p>0.05). Sonuç: Kardiyovasküler nedenlere bağlı göğüs ağrısı pediatrik grupta %6 gibi düşük oranda bulunmuştur. Ancak morbiditesi ve mortalitesi yüksek olabileceğinden ağrının kardiyovasküler sistem kökenli olup olmadığının ayırdedilmesi önemlidir. Troponin I incelemesi kardiyak kökenli olduğu düşünülen göğüs ağrıları dışında rutin olarak yapılmamalıdır.Item Lateral menisküs kistlerinde artroskopik parsiyel menisektominin orta dönem sonuçları(2006) Serkan Erkan; Güvenir OKCU; Hüseyin S. YERCAN; Uğur ÖZİÇAmaç: Lateral menisküs kisti olan olgularda artroskopik parsiyel menisektominin orta dönem sonuçları değerlendirildi. Hastalar ve yöntemler: Çalışmaya lateral menisküs kisti tanısı konan 11 hasta (7 kadın, 4 erkek; ort. yaş 38; dağılım 22-48) alındı. Parsiyel lateral menisektomiyi takiben, yırtık-kist bağlantısı olan olgularda artroskopik shaver ile kist içine girilip dekompresyon uygulandı. Ameliyat öncesi ve kontrollerdeki fonksiyonel kapasite değerlendirmesinde Lysholm ve Tegner skorları kullanıldı. Tüm hastalar, ameliyat öncesi ve sonrası ortalama 34. ayda manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ile değerlendirildi. Ortalama izlem süresi 35 ay (dağılım 5-72 ay) idi. Bulgular: Hastaların yedisi (%64) ağrıdan, biri (%9) instabiliteden, üçü (%27) ise tekrarlayan efüzyon ataklarından şikayetçiydi. Yedi hastada (%64) travma öyküsü vardı. Artroskopik incelemede 10 hastada (%91) menisküs yırtığı görüldü. İki hastada (%18) komplet tip diskoid lateral menisküs saptandı. Patellofemoral semptomları olan iki hastanın artroskopik değerlendirmesinde patella medial fasette derece 2 kondromalazi saptandı. Kistler lateral menisküsün orta ve anterior 1/3’ünde izlenirken, yırtıkların çoğu popliteus tendonu ile lateral kollateral ligament arasındaydı. Fonksiyonel kapasite değerlendirmesinde ortalama Lysholm skoru ameliyat öncesi 66.7’den ameliyat sonrası 84.6’ya (p=0.03); Tegner aktivite skoru ise 2.3’ten 7.8’e artış gösterdi (p=0.03). Kontrol MRG’de kistin tekrarlamasına ait bulguya rastlanmadı. Sonuç: Lateral menisküs kistlerinin artroskopik tedavisinde, yırtık için menisektomi ve kist içeriğinin dekompresyonu etkin bir sağaltım yöntemidir.Item Bilgisayarlı tomografide vena kava inferior anomalileri(2006) gökhan pekindil; Yılmaz Gülgün OVALI; Selim SERTER; İHSAN ŞEBNEM ÖRGÜÇ; cihan göktanMayıs 2003 - Haziran 2004 tarihleri arasında çeşitli nedenlerle çekilen 960 abdominal bilgisayarlı tomografi incelemesi değerlendirildi. On bir olguda vena kava inferior anomalisi saptandı. Saptanan anomaliler literatür eşliğinde görüntüleme bulguları ve klinik önemi açısından sunuldu.Item Çocuklarda pulmoner balon valvüloplasti: Kısa-orta dönemli sonuçlar(2006) HALUK MERGEN; Talat TAVLI; Vedide TAVLI; Türkay SARITAŞ; Faik OKURAmaç: Pediatrik pulmoner balon valvüloplasti(PBV) işlemlerinin kısa ve orta dönem izlem sonuçlarını tartışmaktır. Gereç ve Yöntem: Nisan 1997-Mayıs 2004 tarihleri arasında ortalama yaşları 6.1±4.21 yıl (3.5 ay-17 yaş), ortalama vücut ağırlıkları 20.7±10.8 kg ve 18’i erkek olan 28 çocuğa PBV işlemi yapıldı. Bulgular: Sağ ventrikül-ana pulmoner arter arası basınç farkı işlem öncesinde ortalama 101.3±51.9 mmHg, işlemin hemen sonrasında ortalama 54.7±41.4 mmHg idi (p< 0.05). İşlem sonrası sağ ventrikül ana pulmoner arter arası gradientte ortalama % 50.3±22.6 oranında azalma belirlendi. İşleme bağlı ciddi vasküler komplikasyon, aritmi ya da ölüm olmadı. Onbir olguda (% 39.3; ortalama yaş: 7.5±3.8 yıl) işlem sonrası gradient 50 mmHg ve üzerinde saptandı. Bu olgulardan 4’ü takiplerine gelmezken, 2 olguya ikinci defa PBV, 5’ine cerrahi onarım uygulandı. Cerrahi onarım yapılan 1 olgu operasyon sonrası 5. günde sağ kalp yetmezliği nedeni ile hayatını kaybetti. Ortalama takip süresi 28.4±29.2 ay idi. İşlem sonrası gradienti <50 mmHg olan olguların takiplerinde (17 olgu, % 60.7; ortalama yaş: 5.4±4.2 yıl) 5 olguda (%29.4) ortalama 35.7±3.8 ayda yeniden daralma saptandı. Bunların 2 tanesi kontrollerine gelmez iken, 1 olguya 2. defa BVP, 2 olguya operasyon uygulandı. İşlem sonrası gradienti <50 mmHg olan ve sorunsuz takip edilen bir olguda işlem sonrası 2. yılda ani eksitus gelişti. İşlem öncesi pulmoner kapak yetersizliği (PY) olmayan 2 olguda (%6) işlem sonrasında hafif derecede pulmoner kapak yetersizliği gelişti. Sonuç: PBV kısa ve orta dönem sonuçlarına göre pulmoner kapak darlığında başarı ile tedavi olanağı sağlamaktadır.Item Association of platelet-activating factor acetylhydrolase gene polymorphism with premature coronary artery disease in Turkish patients(2006) Cevad ŞEKURİ; F. Sırrı ÇAM; Afig BERDELİ; ozgur bayturan; Ertugrul Ercan; Istemihan TengizAmaç: Plazma platelet-aktive edici faktör (PAF), aterogenezis gibi inflamatuvar hastalıklarda rol oynayan multipl etkili bir fosfolipiddir. PAF, bir plazma enzimi olan PAF Asetilhidrolaz tarafından inaktive edilir. PAF-AH genindeki G994T mutasyonu, plazmada bu enzim düzeyinde azalmalara neden olur. Bu çalışmanın amacı prematüre koroner arter hastalığının (KAH) G994T mutasyonu ile ilişkisini araştırmaktır. Yöntemler: Çalışmaya 115 prematüre KAH öyküsü olan ile 120 KAH öyküsü olmayan sağlıklı bireyler alındı. Her iki grubun genotip analizleri polimeraz zincir reaksiyonu (PZR) ve kısıtlayıcı parça uzunluk polimorfizm (RFLP) yöntemleri kullanılarak yapıldı. Bulgular: G994T mutasyonu prevalansı hastalarda %2.60 heterozigot, kontrollerde ise % 0 olarak bulundu. Allel frekansı ve genotip dağılımı açısından hasta ve kontrollerde anlamlı bir fark olmadığı gözlendi. Sonuç: Platelet-aktive edici faktör -AH geni G994T mutasyonu ile prematüre KAH arasında anlamlı bir ilişki olmadığı saptandı.Item Minimizing short-term complications in patients who have undergone cardiac invasive procedure: a randomized controlled trial involving position change and sandbag(2007) Alev DRAMALI; Cemil GÜRGÜN; Emel YilmazAmaç: Araştırma; kardiyak invazif girişim yapılan hastalarda femoral bölgeye kum torbası konulmasının ve pozisyon değişikliğinin vasküler komplikasyonlara olan etkisini ve işlem sonrasında yatak istirahatı ile ilişkili sırt ağrısının şiddetini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Yöntemler: Araştırmaya, rasgele örneklem tekniği ile beş farklı gruba ayrılan 169 hasta alınmıştır. İşlem sonrasında Grup 1’deki hastalara 4.5 kg.lık kum torbası 30 dk, Grup 2’deki hastalara 2.3 kg.lık kum torbası 2 saat konmuş ve işlemden iki saat sonra saatlik olarak pozisyonları değiştirilmiştir. Grup 3’deki hastalara 4.5 kg.lık kum torbası 30 dk ve Grup 4’deki hastalara 2.3 kg.lık kum torbası 2 saat konmuş ve pozisyon değişikliği yapılmamıştır. Grup 5’deki hastalara kum torbası uygulaması, pozisyon değişikliği yapılmamış ve supin pozisyonda yatırılmıştır.Bulgular: Kum torbası uygulanan ve uygulamayan gruplar arasında vasküler komplikasyonlar açısından fark saptanmamıştır. Sırt ağrısı pozisyon değişikliği yapılmayan ve yatak başının yükseltilmediği hastalarda daha fazla görülmüştür (p<0.05).Sonuç: Kum torbası, işlem sonrası vasküler komplikasyonları azaltmada etkili değildir. Hastanın konforunu artırmak ve sırt ağrısını azaltmak için hastaların pozisyonu değiştirilmeli ve yatak başı 30o-45o yükseltilmelidir.Item Pübertede gonadal steroid ve lipoproteinlerin değişim ve etkileşimleri(2007) Yılmaz Dilek ÇİFTDOĞAN; Cevval Ulman; FATMA TANELİ; Erbay Pınar DÜNDAR; Betül ErsoyAmaç: Püberte, insan yaşamında dramatik değişikliklerin oluştuğu dönemdir. Bu çalışmada, pübertal gelişim sırasında, gonadal steroidler, lipoprotein düzeyleri ve antropometrik ölçümlerdeki değişim ve etkileşim belirlenmeye çalışıldı.Gereç ve Yöntem: Bu kesitsel bir çalışmadır. Çalışmaya 10-15 yaş arası elli dokuz kız ve altmış dokuz erkek okul çocukları dahil edildi. Çocukların püberte evreleri Tanner evrelerine göre değerlendirildi. Boy ve kiloları ölçüldü. Vücut kitle indeksi (VKİ) hesaplandı. Gonadal steroidler (östradiol, serbest ve total testosteron), lipid ve lipoprotein düzeyleri belirlendi.Bulgular: Kızlarda erken pubertede total kolesterol ve HDL-Kolesterol (HDL-K) düzeyleri anlamlı artış gösterdi (p<0.05). Apolipoprotein A-I (ApoA-I), Apolipoprotein B (ApoB), Lipoprotein a (Lip a) ve LDL-Kolesterol (LDL-K) düzeylerinde püberte boyunca anlamlı değişiklik olmadı (p>0.05). Erkeklerde erken pübertede LDL-K’de anlamlı artış saptandı (p<0.05). Püberte sonunda tüm lipoprotein düzeyleri anlamlı arttı (p<0.05). Püberte öncesinde kızlarda LDL-K erkeklere göre anlamlı yüksekti. Püberte sonunda erkeklerde LDL-K, Lip a ve trigliserid düzeyleri kızlara göre anlamlı yüksek bulundu (p<0.05). Kızlarda östradiol düzeyleri ile tüm lipid düzeyleri arasında anlamlı ilişki olmasına karşın, en güçlü ilişki HDL-K ile saptandı (r=0.58). Erkeklerde de östradiol ile tüm lipid parametreleri arasında ilişki vardı. Testosteron ve aterosklerotik lipidler arasında anlamlı ilişki vardı (p<0.05). VKİ ile LDL-K arasında orta dereceli anlamlı ilişki belirlendi (r=0.28, p<0,05). Erkeklerde VKİ ile trigliserid, LDL-K ve Apo-B arasında orta dereceli anlamlı ilişki belirlendi (r=0.34, r=0.31, r=0.29, p<0.05).Sonuç: Pübertal gelişim sırasında kızlarda antiaterosklerotik, erkeklerde aterosklerotik lipid düzeyleri artar. Östradiol kızlarda antiaterosklerotik lipidleri arttırırken, erkeklerde tüm lipidlere etki eder. Testosteron erkeklerde aterosklerotik lipidleri arttırır. VKİ artışı her iki cinste de aterosklerotik lipidleri ve özellikle LDL-K’yi arttırır.Item Pulmoner emboli tanısında klinik olasılıkların bilgisayarlı tomografi pulmoner anjiyografi bulguları ile karşılaştırılması(2007) Aylin GÜLCÜ; Belgin ŞENGÜN; ATİLA AKKOÇLU; Emine OSMA; Erkan YILMAZ; Berat ÖZTÜRKPulmoner emboli (PE) tanı konulması güç olan bir hastalıktır. Çalışmamızda PE şüpheli olgularda klinik olasılıklar ile Bilgisayarlı Tomografi Pulmoner Anjiografi (BTPA) sonuçları ve trombüs yerleşim yeri arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık. PE şüpheli; 27 erkek, 29 kadın 56 olgu çalışmaya alındı. Tümünün klinik olasılıkları empirik ve Wells skoruna göre belirlendi ve her olguya D-Dimer testi yapıldı. Her ikisinin kombinasyonuna göre kullandığımız algoritmin gerektirdiği olgularda (her iki klinik olasılıktan biri orta veya yüksek ise veya düşük klinik olasılık olup D-Dimeri yüksek olanlar) BTPA uygulandı. BTPA altın standart olarak kabul edildi. PE saptanan olgularda dispne, göğüs ağrısı, takipne ve raller en sık tespit edilen bulgulardı. Risk faktörlerinden yeni geçirilmiş cerrahi PE tespit edilen grupta anlamlı olarak fazla bulundu. BTPA ile 31 olgu (%55,4) PE tanısı aldı. Klinik olasılık empirik olarak değerlendirildiğinde PE tespit edilen 31 olgunun 20’si (%64,5) yüksek, 10’u (%32,3) orta ve 1’i (%3,2) düşük olasılıklıyken, Wells skoruna göre 8’i (%25,8)’ yüksek, 17’si (%54,8) orta ve 6’sı (%19,4) düşük olasılıklıydı. Empirik ve Wells sınıflamalarının duyarlılığı sırasıyla %97 ve %80, özgüllüğü ise sırasıyla %16 ve %68 idi. Empirik sınıflamanın pozitif prediktif değeri %59, negatif prediktif değeri %80, Wells skorlamasının pozitif prediktif değeri %76, negatif prediktif değeri %73 idi. Empirik değerlendirmeye göre yüksek klinik olasılıklı olguların %45,8’inde ana pulmoner arterde trombüs izlendi. Wells skorlamasına göre ise yüksek klinik olasılıklı olguların %45,5’inde, düşük klinik olasılıklı olguların da sadece %4,3’ünde ana pulmoner arterde trombüs saptandı. PE tanısı noninvaziv olarak konulabilir. Klinik olasılık belirlenirken PE kolaylıkla gözden kaçabileceğinden daha duyarlı olan empirik sınıflamayı seçmek uygun olacaktır. BTPA’da PE mevcudiyeti ile klinik olasılıklar arasında anlamlı ilişki mevcuttur. Klinik olasılığın ağırlığı arttıkça trombüs daha fazla proksimale yerleşmektedir.Item Koroner arter bypass cerrahisinde kardiyopulmoner bypass’ın nörokognitif fonksiyonlara etkisi(2007) Hayrettin ŞİRİN; Funda YILDIRIM; İlhan İŞKESENAmaç: Koroner arter cerrahisi geçiren hastalarda kardiyopulmoner bypass uygulamasının nörokognitif fonksiyonlara etkisi değerlendirildi. Çalışma planı: Koroner arter bypass greft ameliyatı geçiren 36 hasta (24 kadın, 12 erkek; ort. yaş 57±2) ileriye dönük olarak çalışmaya alındı. Hastalara ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası birinci ayda nörokognitif testler (Yaşam Kalitesi SF-36 testi, Standardize Mini- Mental Test, Hamilton Anksiyete Ölçeği, Pitsburg Uyku Kalite İndeksi ve Epworth Uykululuk Testi) uygulandı. Hastaların demografik ve hemodinamik özellikleri değerlendirildi.Bulgular: Ameliyat öncesi ve sonrası değerler karşılaştırıldığında, Yaşam Kalitesi SF-36 testi ve Hamilton Anksiyete Ölçeği’nde psikolojik ve motor ya da fiziksel fonksiyon altgruplarında ameliyattan sonra anlamlı artış görüldü (p<0.05). Standardize Mini-Mental Test değerlerinde değişme olmadı (p>0.05). Pittsburgh ve Epworth testlerinde ise sırasıyla anlamlı olmayan azalma ve artış görüldü.Sonuç: Koroner bypass cerrahisi hastaların yaşam kalitesini artırmaktadır. Hamilton motor ve psikolojik anksiyete değerlendirmesinde her iki parametrede azalma görülmüştür. Kognitif fonksiyonlarda düşüş anlamlı bulunmamıştır.Item Case report: The evaluation of a complex medico-legal case with syncope, diffuse subcutaneous emphsema, bilateral pneumothorax, and eustachian valve(2007) Mahmut AŞIRDİZER; M. Sunay YAVUZ; Ertuğrul TATLISUMAK; Yıldıray ZEYFEOĞLUBir yaralanma meydana geldiğinde onun nedeninin tanımlamak medikal araştırıcıların en önemli görevlerinden biridir. Bir yaralanma çocuk istismarı gibi bir şiddet, ev kazaları gibi bir kaza, yüksekten atlamalar gibi bir intihar teşebbüsüne bağlı olabileceği gibi bir hastalığı da izleyebilir. Keza iatrojenik olarak da meydana gelebilir. Mediko legal tanı gelişimi her zaman kolay değildir, özellikle çocuk bir kurbansa. Ananez ve çocuk ve ailesinin davranışlarının gözlenmesi çok önemli olsa da teşhis için daima yeterli değildir. Bu makalede sunulan olgu 9 yaşında bir erkek çocuktur. O evinin banyosunda bayıldıktan sonra Manisa Devlet Hastanesi1 nde yatırılmıştır. Hastane girişinde, bilinçsiz, TA: 180/110 mmHg, nabız 180/dakika, solunumu yüzeyel olarak saptanmış ve kafada, sağ frontal bölgede 2 cm çaplı dairevi sıyrık tanımlanmıştı. Olgu endotrakeal entübasyon sonrasında Celal Bayar üniversitesi Hastanesi1 ne sevkedilmişti. Üniversite hastanesi'nde senkop, boynunda, göğsünde ve karnında yaygın cilt altı amfizemi, bilateral pnömotoraks teşhis edilmişti. Ekokardiografide Östakian Valf saptandı. Hasta taburcu edildikten sonra adli rapor düzenlenmek üzere Adli Tıp Anabilim dalı'na gönderildi.Sunulan makalede östakian valfı,yaygın cilt altı amfizemi ve bilateral pnömotorakslı bir olgunun mediko legal değerlendirilmesini ve tarvam,hastalık,medical malpraktis veya komplikasyon arasındaki klinik görüşler arasında esas sebebin medikol legal tanısındaki zorlukları sunmaktayız.Item Majör ortopedik cerrahilerde venöz tromboemboli profilaksisi: Çokmerkezli, prospektif, gözlem çalışması(2008) Öner ŞAVK; BÜLENT ERDEMLİ; Abdullah GÖĞÜŞ; Uğur ÖZİÇ; Hüseyin BAYRAM; Mahmut ARGÜN; Erhan SERİN; Işık AKGÜN; Çetin ÖNDER; HAKAN KINIK; Ömer Faruk BİLGEN; Faik ALTINTAŞ; recep memik; BULENT ATILLA; İrfan Öztürk; Nevzat Dabak; Remzi TÖZÜN; Aykın ŞİMŞEK; Recep Gür USTAOĞLU; Fatih PESTİLCİ; Adnan KONAL; Hakan GürbüzAmaç: Ülkemizde majör ortopedik cerrahi (MOC) için farmakolojik profilaksi uygulanan hastalarda venöz tromboembolizm (VTE) risk faktörleri, kullanılan profilaksi yöntemleri ve klinik bulgu veren derin ven trombozu (DVT) ve pulmoner emboli (PE) sıklığı araştırıldı. Çalışma planı: Prospektif, çokmerkezli, açık, müdahalesiz bir gözlem çalışması planlanarak, 21 merkezden 899 hasta çalışmaya alındı. Olguların 316’sında (%35.2) total kalça protezi (TKP), 328’inde (%36.5) total diz protezi (TDP), 255’inde (%28.4) kalça kırığı (KK) cerrahisi uygulandı. Tüm hastalarda farmakolojik DVT profilaksisine başvuruldu. Sonuçlar: Olguların %73.2’sinde VTE risk faktörleri vardı. En sık görülen risk faktörleri obezite (%72) ve uzamış immobilizasyon (%36.3) idi. Profilaksi için olguların %91.1’inde düşük molekül ağırlıklı heparin, %8.9’unda fondaparinuks kullanıldı. Olguların 273’üne (%30.4) kısa dönem, 626’sına (%69.6) uzun dönem profilaksi uygulandı. Mekanik profilaksi 610 olguda (%67.9) elastik çorap ile, 67 olguda (%7.5) aralıklı hava basınç cihazı ile uygulandı. Üç aylık takip sonucunda sekiz olguda (%0.9) klinik bulgu veren DVT, dört olguda (%0.4) PE gelişti. Mortalite 10 olguda (%1.1) görüldü. Kanama komplikasyonu sekiz olguda (%0.9) majör, 40 olguda (%4.5) minör idi. Çıkarımlar: Etkin VTE profilaksi yapıldığında MOC’de klinik bulgu veren DVT ve PE oranları düşük olmaktadır.Item G protein β3 subunit gene polymorphism in Turkish hypertensives(2008) F. Sırrı ÇAM; Afig BERDELİ; Ertugrul Ercan; serkan saygi; Emin ALİOĞLU; UGUR ONSEL TURK; Istemihan Tengiz; Ahmet YILDIZAmaç: G protein sistemi intrasellüler sinyal iletimi yolaklarının, en önemli düzenleyicilerinden birisidir. G protein $beta_3$ subunitindeki C825T polimorfizmi intrasellüler sinyal transdüksiyonundaki artış ile ilişkilidir. C825T alleli ile hipertansiyonu da içeren çeşitli kardiyovasküler risk faktörleri arasındaki ilişki bilinmektedir. Bu çalışmada amacımız, Türk toplumunda C825T polimorfizmi ile hipertansiyon arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.Yöntemler: Vaka-kontrollü, enine-kesitsel çalışmaya esansiyel hipertansiyonu olan 209 hasta (hasta grubu) ve kan basıncı normal olan 82 birey (kontrol grubu) alınmıştır. G protein β3 subunitindeki C825T polimorfizmi polimeraz zincir reaksiyonu ile belirlendi. Hipertansiyon tanısı JNCVII kriterlerine göre konuldu. İstatistiksel analiz Ki-kare, ve eşleştirilmemiş t testi ile yapıldı. Hipertansiyon ile genotip arasında ilişki lojistik regresyon analiz ile incelendi.Bulgular: G protein β3 subunitindeki C825T polimorfizmi frekansı (CC, CT, TT) hipertansif grupta ve kontrol grubunda sırası ile %17.7, %59.3, %23.0 ve %32.9, %48.8, %18.3, olarak saptandı (c2=7.963, p=0.019). Lojistik regresyon analizinde CC genotipine göre CT (OR=2.262 (%95GA1.228-4.167, p=0.009) ve TT (OR=2.335, %95GA 1.089-5.008, p=0.029) genotiplerinde hipertansiyon olma riski sırası ile 2.2 ve 2.3 kat olarak artmış olarak hesaplanmıştır. Sonuç: Mevcut bulgular, Türk toplumunda G protein β3 subunitindeki C825T polimorfizmi ile sistolik ve diyastolik kan basıncı arasında bir ilişki söz konusu olduğunu göstermektedir. Ayrıca, bu çalışmada esansiyel hipertansiyona duyarlılık geni, G protein β3 subunitindeki C825T polimorfizmi olabileceği gösterilmiştir.Item Radial arter aterosklerozunda antioksidan enzimler ve 6-sülfatoksimelatoninin rolü(2008) nevzat erdil; Hasan Berat CİHAN; Bektaş BATTALOĞLU; Vedat NİSANOĞLU; Çetin ÖZTÜRK; Cengiz ÇOLAK; Ercüment Ölmez; Feral ÖztürkAmaç: Çalışmamızda koroner arter cerrahisinde greft olarak kullanılan radial arterlerde aterosklerotik tutulum oranları ve radial arter aterosklerozu oluşumunda 6-sülfatoksimelatonin ve antioksidan enzimlerin etkileri araştırıldı. Çalışma planı: Koroner arter cerrahisinde radial arteri greft olarak kullanılan 25 hasta (22 erkek 3 kadın; ort. yaş 56±3; dağılım 42-67) çalışmaya alındı. Radial arter kesitlerinde histopatolojik olarak değişik derecede ateroskleroz saptanan 10 hastanın (grup 1) verileri, ateroskleroz saptanmayan 15 hastanın (grup 2) verileriyle prospektif olarak karşılaştırıldı. Hastaların yaş, cinsiyet, hipertansiyon, diabetes mellitus, obezite, sigara içme ve periferik arteryel hastalık varlığını içeren ateroskleroz risk faktörleri kaydedildi. Hastaların kan örnekleri alınarak ayrıntılı lipid profili (kolesterol, trigliserid, lipoprotein analizleri), C-reaktif protein (CRP) düzeyi ve antioksidan enzimleri (katalaz, glutatyon peroksidaz, süperoksid dismutaz) incelendi. İdrar örneklerinde 6-sülfatoksimelatonin düzeyleri saptandı.Bulgular: Histopatolojik incelemede, grup 1 hastaların dördünde derece 1 ateroskleroz tespit edilirken, üçünde derece 2, ikisinde derece 3, birinde derece 4 aterosklerotik değişiklikler görüldü. İki grupta serum total kolesterol, trigliserid, HDL-kolesterol, LDL-kolesterol, VLDL-kolesterol, lipoprotein (a) ve CRP düzeyleri benzer bulundu (p>0.05). Grup 1'deki serum apoprotein A ve apoprotein B düzeyi grup 2'den daha yüksekti (p<0.05). Ateroskleroz grubunda arter duvarındaki antioksidan enzim düzeyleri daha yüksek, idrar 6-sülfatoksimelatonin miktarı daha düşük olmakla birlikte, bunlar anlamlı farklılık oluşturmadı (p>0.05).Sonuç: Bu sonuçlar, istatistiksel olarak anlamlı olmamakla beraber, yüksek oksidatif stres ile birlikte düşük melatonin düzeylerinin radial arter aterosklerozunda rolü olabileceğini düşündürmektedir.Item Asetabuler displazide Chiari pelvik osteotomisinin orta dönem sonuçları(2008) Güvenir OKCU; Akın KAPUBAĞLIAsetabuler displazi tedavisinde Chiari osteotomisinin orta dönem klinik ve radyografik sonuçlan değerlendirildi. Hastalar ve yöntemler: Ağrılı asetabuler displazi tanısıyla 36 hastanın (23 kadın, 13 erkek; ort. yaş 17; dağılım 12-42) 42 kalçasına Chiari pelvik osteotomisi uygulandı. Altı hasta (%16.7) iki taraflı ameliyat edildi. Olguların ağrı ve/veya topallama yakınmalarının ortalama süresi 34.6 ay idi. Ameliyat öncesinde 12 kalçada hafif-orta düzeyde oste-oartroz bulguları vardı. Klinik değerlendirme Harris kalça skoru ile yapıldı. Radyografik ölçümler ile kalça skorları arasındaki ilişki araştırıldı. Ortalama takip süresi 88 ay (dağılım 48-164 ay) idi. Bulgular: Osteotomi sonrası 12. yılda total kalça protezi uygulanan bir hasta değerlendirmeye alınmadı. Harris kalça skoru ameliyat öncesinde ortalama 73±5 puan, son kontrolde 89±6 puan bulundu. Otuz beş kalça (%85.4) ağrısız veya çok hafif ağrılı idi. Yirmi kalçada (%48.8) çok iyi, 15 kalçada (%36.6) iyi, altı kalçada (%14.6) orta sonuç alındı. Otuz hastanın (%83.3) ameliyattan memnun olduğu görüldü. Harris kalça skoru ile femur başı örtünme yüzdesi, merkez-kenar açısı ve asetabuler açı arasında anlamlı ilişki bulunmadı. Distal fragmanın medializas-yon yüzdesi (r=0.28, p=0.042), osteotomi seviyesi (r= -0.6, p<0.0001), ameliyat öncesi dönemde kalçadaki oste-oartroz bulgularının derecesi (r= -0.85, p<0.0001) ve yaş (r= -0.66, p<0.0001) Harris kalça skoru ile anlamlı ilişki gösterdi. Komplikasyon olarak iki kalçada yüzeyel enfeksiyon, 10 kalçada lateral femoral kutanöz sinir kesilmesi, iki kalçada kaynama gecikmesi görüldü. Sonuç: Bulgularımız, Chiari osteotomisinin ağrılı asetabuler displazi tedavisinde belirgin klinik iyileşme sağladığını desteklemektedir.